‘Hak yolunda olanlar’ ve mekanları

  • 09:02 2 Haziran 2023
  • Jıneolojî Tartışmaları
 
“Her mekânlarında doğal toplumun izi vardı. Bu bizim, ‘Doğal toplumun olduğu her mekânda kadın kültürünün izleri var’ şeklindeki ön bilgimiz ile de aynı manaya geliyordu. Mekân ve kültürün hiçbir zaman saldırganlar açısından tesadüf olmadığı bilgisini de doğrulayan bir durumdu bu. Doğal toplumun, ana tanrıçanın ki bu onlarda Xatuna Fexre’dir, tanrıçaların bilgisini korumak için uygarlık tarihinde dışlanmayı kabul etmişlerdi. Bu bilgiyi korumak için dağlara, dağlarda şikeftlere, çilxane dedikleri ibadethaneleri yol eylemişlerdi.”
 
Nagihan Akarsel
 
Anlam her şeyin içindeki bilgiyi anlamaktı. Bu bilgiyi keşfedecek bir derinliğe ve duyarlılığa sahip olmak kadar o bilgiye saygı duymaktı. Bu bilgi en çok eşiklerini öptükleri çilxanelerinde, Leyla ile Mecnun’un aşklarında, Mecnun’un şikeftinden izlediği Leyla’nın su kuyusunda, gönüllerinden geçen dileklerini yükledikleri perilerde, yağmur duasına çıktıklarında bulutlara en yakın olduğuna inandıkları pire avra’da yani Bulutların Piri’nin mekanında, Laleş’in doğayla birlik olan kutsallığında, Sitiya Ez’in (Ekmek Tanrıçası) ekmek hazinesinde, Xatuna Fexre’nin kutsallığında, Sitiya Nisra’nın ordusunda, topraktan can alan tohumun görkeminde, bileklerine taktıkları batizmi bağında, hastalıklara deva olan annelerin şifacı ellerinde, saçını uzattıkları erkek çocukların gözlerindeki ışıltıdaydı.
 
İlk büyük direniş devletli uygarlığa karşı 
 
Bu anlamın içinde barındırdığı hakikat bütün inkâr ve katliamlara rağmen silemedikleri bir hafızada gizliydi. İlk büyük direnişini devletli uygarlığa karşı veren Êzidîlerin yazılı tarihin başlangıcı olarak kabul edilen Sümer tabletlerinde “Hak yolunda olanlar” diye tanımlanması da ilgi çekici bir diğer noktaydı. Sümerler tarafından özgürlük ve anaya dönüş olarak tanımlanan amargi sözcüğü de bu konuda bir örnek olarak önümüzde durmaktaydı.
 
Her mekanda kadın kültürünün izleri var
 
Her mekânlarında doğal toplumun izi vardı. Bu bizim, “Doğal toplumun olduğu her mekânda kadın kültürünün izleri var” şeklindeki ön bilgimiz ile de aynı manaya geliyordu. Mekân ve kültürün hiçbir zaman saldırganlar açısından tesadüf olmadığı bilgisini de doğrulayan bir durumdu bu. Doğal toplumun, ana tanrıçanın ki bu onlarda Xatuna Fexre’dir, tanrıçaların bilgisini korumak için uygarlık tarihinde dışlanmayı kabul etmişlerdi. Bu bilgiyi korumak için dağlara, dağlarda şikeftlere, çilxane dedikleri ibadethaneleri yol eylemişlerdi. Mekânlarının ya bir dağın yamacında ya bir ağacın dibinde ya da bir suyun kenarında olması dikkat çekiciydi. Doğadan besleniyorlardı ve doğayı katleden insanoğluna karşı dağlarda, mağaralarda, şikeftlerde, suyun kenarlarında direniyorlardı. Tıpkı şimdi dünyayı yok edenlere karşı direnenler gibi.
 
‘Kırk’ kelimesinin anlamı 
 
Bastıkları her karış toprağın, taşın, suyun, çiçeğin anlamını biliyorlardı. Mesela Afrin’de Çilxane dedikleri yerde çile çekiyorlardı. İçinde su kaynağı ve duvardan yukarıya çıkarken iz bırakan bir karayılanın dışında mum yakılan yerler ve taşları duvarın içinde deliklere yerleştirdikleri dilek yerleri vardı. Hz. Muhammed'in kırk gün Hira Dağı’nda bir mağarada yoğunlaştığı bilgisi geliyor hemen aklımıza. Hz. Muhammed’e vahiy ile gelen “oku” emrini sorgusuz sualsiz kabul eden bir gerçeği yaşayan coğrafyamızdaki dogmatizmin aksine onlar bu çilxanelerde kırk gün çile çekerek “kendini bil” hakikatine ulaştıklarını belirtiyorlardı. Kırk sayısı Aleviler’de de Êzidîler’de de dikkatimizi çeken bir sayıydı. Peki, neden kırk diye sorduğumuzda, “Xweza jî piştî çileyê zivistanê û çileyê havînê xwe nû dike”, yani “Doğada yazın en sıcak kırk gün ile kışın en soğuk olan kırk günde belli acıların sonunda kendini yeniler” cevabını veriyorlardı. Bilimin anlam yorumu olduğunu bu yorumları ile de gösteriyorlardı. Kırk kelimesinin anlamı bu mudur değil midir onu bilemeyiz ama bu yorum önemli bir yöntemin kapısını bizlere aralıyordu. İnsanı doğanın sahibi değil doğanın bir parçası kılan bir yaklaşımın adıydı. Çilmiran, Çilkeçikan, Çilxane ve daha çil yani kırk ile başlayan birçok isim bunu anlatıyordu. Çil, çile Kürtçe’de hem çile çekmek hem de Ocak ayı anlamına geliyordu.
 
Kutsal mekan Laleş
 
Ve biz bütün bu anlamların içinde Êzidîlerin tarihine doğru yol alıyoruz. Yaşamın ayrıntılarında, zamanın akışında süren bir tarihti bu. Geçmiş şimdi de, şu an da akıyordu. Kimi zaman bir din, kimi zaman bir felsefe olarak ele alınan Êzidîliği en iyi “îlme me” sözcüğü ile anlatıyorlardı. Yaşam ile bağı güçlü olan bu bilim aynı zamanda inancın ve felsefenin bilimle olan bütünlüğünün gücünü ortaya koyuyordu. Adeta inancın, düşüncenin, bilimin etik ve estetik ilkeler ile kopmayan adı olmuşlardı. Hep egemen erkekliğin alanı olarak gördüğümüz din ve inançların içinde kadın izlerini ararken böylesi anlamlar ile karşılaşmak o köklü doğal toplum kültürünün gücünü bize ifşa ediyordu. Var olan sosyal bilim anlayışının en dokunulmaz kıldığı bu alanda bir kazıya girişmek muazzam verileri de sunuyordu. Laleş kutsal mekanlarıydı... Havası, coğrafyası ne çok soğuk ne çok sıcaktı... Bütün öncülerinin orada olduğunu ve Laleş’in bir araştırma merkezi, bir medrese rolünü gördüğünü belirtiyorlardı. Bütün yaşam alanları üzerinde ders görülen bir yer olduğuna inanıyorlar. Laleş’i merkez seçtiğinde yıldızların hareketini daha çabuk tahlil etme gücü vardı. Laleş’in üzerinde olan üç kubbenin güneş, ay ve dünya olduğuna inanıyorlardı. Her üçü aynı hizaya geldiğinde Güneş tutulmasının olduğunu ve yıl hesaplarının burada başladığını belirtiyorlardı.
 
Gelenek ver görenekler aynı 
 
7622 yıl öncesi Sümerlere ait olduğu belirtilen levhalar tahlil edildiğinde gelenek ve göreneklerinin aynı olduğunu belirtiyorlardı. O zamanlar artık devletli uygarlığa geçişin yaşandığı bir döneme tekabül ediyordu. Ve doğal toplumun bütün değerlerinin tahrif edilmeye, çalınmaya başladığı bir dönemdi. Sümerlere ait olduğu iddia edilen levhaların yeniden incelenmeye ihtiyacı olduğu konusunda Gönül Tekin ve Murat Bardakçı’nın Tarihin Arka Odası programında yaptıkları muhabbet aklımıza geliyor o zaman. Gönül Tekin de her şeyi Sümerler ile başlatmanın bilinçli bir politika olduğunu belirtiyor. Çarşema Sor kutlamaları konusunda farklı uygarlıklar ile olan benzerlikler de bu kanaatlerini güçlendiriyordu. Sümerler başta olmak üzere farklı uygarlıkların da yumurtaları renk renk boyadıklarını ve yerin yıldönümü olarak kutladıklarını belirtiyorlardı.
 
‘Yeni yıl geldi yaşam yenilendi’
 
“Yeni yıl geldi yaşam yenilendi” diyen bu insanlar 7 meleğe inanıyor, her yıl bir meleğin dünyayı kötülükten kurtarmak için geldiğini ve başa geçtiğini söylüyorlardı. Hangi meleğin geldiğini bilmeseler de bu devri daim, demokratik bir sistemin de olduğunun işaretiydi. Bu nedenle Nisan ayında çıkan kırmızı çiçekleri kutsal görüyorlar. Çocuklar bu çiçekleri topluyor, akşamları getirip daha güneş batmadan evvel yumurta kabuğu ve çamur ile yoğurup bir ziyaretin kapısına asıp öpüyorlardı. Bu ritüellerinin çok farklı boyutları bulunuyor elbette. Ama bu ritüellerinin insanlığa ait olduğunu ve artık ne yazık ki kendileriyle sınırlı kaldığının da bilincindeler. Nisan çiçekleri adını verdikleri, çabuk solan bu kırmızı çiçekleri ve yumurtaların kabuğunu da kırmızı ile boyadıkları için Kızıl Çarşamba yani Çarşema Sor diyorlar bayramlarına. Melekê Tawus geldiğinde bu çiçeklerin çıktığına inandıklarını ise sürekli vurguluyorlar. Ahiret kardeşliği, kiras guhertin yani don değiştirme, ölümler olduğunda def ve şebabların çalınması başta olmak üzere birçok gelenek ve göreneğin Êzidiler başta olmak üzere Ortadoğu’nun kadim dinlerinde devam etmesini hayat-ölüm-hayat döngüsüne göre olan doğal toplum ritüellerinin sözlü bir kültür ile devam ettiğinin işareti olarak yorumluyorduk. Yine mesela her şeyin bir tanrıçasının olduğuna inanıyorlardı. Güneşin, tarımın, aşkın, yerin, göğün tanrıçası vardı. Êzidîlerde en çok olanı ise şêşim dedikleri tanrıça... Kimisi tarım yaparken bu tanrıçayı çağırıyor. Kimisi hayırlar yapıyor, hediyeler dağıtıyor o zaman. Kimisi pamuk ekiyor ve bu pamukların bereketinin arttığına inanıyor. Êzidîliğin içinde kadınların izini aramaya devam ediyoruz. Karşımıza kadın-doğa-yaşam bağlantısını anlatan kültürleri çıkıyordu. Bu kültürün en somut ifadesi ise her yıl 25 Aralık’ta yaptıkları Batizmi ismini verdikleri ritüelleriydi. Bu ritüeli gerçekleştirmenin bir aşiretin görevi olduğunu öğrendiğimizde bununla bağlantılı her bir aşiretin bir görevinin olduğunu öğreniyorduk. Her şey çok bütünlüklü ve birbirine bağlıydı. Pozitivizmin parçalayan, yalnızlaştıran bakış açısına karşı onlar her şeyi dayanışma ve iş bölümü içinde yapıyorlardı. Her aşiret bir görev ile sorumluydu. Çîlke Aşireti batizmi düzenlemekten, bir aşiret doktorluk hizmetinden, bir başka aşiret toprak işlerinden sorumlu oluyordu.
 
Örgütlenme ve yaşam tarzı birlikte 
 
Aşiretlerin her birisinin içinde yer alan ailelerde kendi aralarında iş bölümü yapmıştı. Aşiretin genel görevi doktorluktu, ama onun içinde yer alan her bir aile de farklı bir hastalığın tedavi yöntemlerini biliyordu. Bu yöntemlerin kimi otların bilgisine kimi kadınların biyolojiyi tanıyan bilgilerine kimileri de bazı kadınların şifa dağıtan özelliklerine bağlıydı. Bu da kendi başına ayrı bir kitabın konusu olacak kadar geniş bir kapsama sahipti. Örgütlenme biçimleri yaşam tarzları ile birlikteydi. Her bir aile bilgisini gelecek kuşaklara ailede olan çocuklarını yetiştirerek bırakıyordu. Her çocuğu değil ama içlerinden en yetenekli olanlar bu konuda eğitiliyorlardı. Şimdi bir kısmına başlıklar halinde değindiğimiz kültürel bütünlüğün içinde yer alan her bir kelimenin bir ritüeli, bir anlamı, bir hakikati bulunuyordu. Ve jineolojî ile bu anlamların hepsini tek tek o kültürel bütünlüğün dokusuna uygun bir şekilde yorumlamak ve anlamak ise büyük bir görev olarak önümüzde duruyordu. 
 
*Bu yazı Jineolojî dergisinin “Ortadoğu Krizine Çözüm arayışları” dosya konulu 5. sayısından kısaltılarak alınmıştır.