Anlamı anlam ile koruyanlar: Êzidîler

  • 09:04 19 Mayıs 2023
  • Jıneolojî Tartışmaları
 
“Anlamı yaşamın her alanına kazıyan bir gerçekti söz konusu olan… ‘Neden beyaz elbise giyiyorsunuz’ sorusuna gülerek karşılık veren Dayê Mercan'ın, ‘Çünkü seviyoruz’ şeklinde verdiği karşılık böylesi soruları anlamsız kılıyordu. Yaptıkları her şeyi, sevdikleri için yapıyorlardı. Sevmedikleri bir şeyi yapmazlardı. Sevgi ile bağı çoktan kopan yaşam onların dışında akıyordu. Onlar yaşama sevgilerini katmayı ve sevgi ile anlamları korumaya çoktan baş koymuşlardı.”
 
Nagihan Akarsel
 
Bazı sırlar vardır. Zamanda saklı, toprağa yazgılıdır. Güneşin ışınlarına kayıtlı, karıncanın emeğine duyarlıdır. Taşın evrimine tutkulu, hayata yeminli sırlardır bunlar… Ve bazı yüzler vardır. Her çizgisinde sessizliğe gömülen acının çığlığını taşır... O yüzlerde yüz bin defa yenilenir acılar... Gözünün değdiği her bakışa bir acı düşer... Yüreğinin ısındığı her kadına bir ışın değer... Her ışığa bir parça gülüş yüklenir. Gülüşe acı dolu huzmeler düşer... Acılara eşlik eden sırlar vardır orada. Acıya direnen sırlar ya da... Külliyatı doğa anaya dokulu, bilgisi suyun sesine yazgılı sırlardır bunlar... Direnci ağacın köklerinde, coşkusu kuşun kanadında, sezgisi dağın yamacında olan sırlar...
 
Güç olan neden hedefte olduğunu anlamak
 
Her ay dönümünde yenilenen toprağın bilgisini taşıyan, göğün ufkuna bu bilgiyi nakşedenlerdi onlar. Gün yüzüne hayatı ile bu bilgiyi ilmek ilmek işleyen ve güneşe selam duranlardı. Kutsiyetini tartışmasız kabul ettikleri taşın sırrına kayıtlı olanlardı. Kimilerine göre Êzidî, kimilerine göre Êzdiyati, kimilerine göre Ezdayî, Ezdî ve kimilerine göre Yezîdî denilenlerdi. Ya onlar? Onlar kendilerine ne diyorlardı? “Rüzgârın esintisi ile gelen reyhanın kokusuna dünyaları değişmem” diyen bu insanlar neden lanetlenmişti? O kokunun sarıcılığında her yeni güne güneşin temsiliyetinde teşekkür ederek başlayan bu insanlar neden dünyanın hedefindeydi? Oysaki hemen yanı başında, seninle bir parça ekmeğini paylaşmak için can atan insanlardı onlar... Taşın, toprağın, ağacın, çiçeğin, suyun, deniz kabuğunun, ipin, ateşin, güneşin, hayata dair her şeyin kıymetini bilen bu insanların neden hedefte olduğunu anlamak güçtü. Güç olan bu insanların yaşamı değildi. Bilakis yaşamları çok sade ve doğaldı. Güç olan bu insanların neden hedefte olduğunu anlamaktı.
 
Bilim niçin vardı?
 
Sahi zamanın hızla aktığı, bilgimizi zamanla yarışa dönüştürdüğümüz bu olağanüstü bilgi- bilişim çağında neden onları anlayamıyorduk? Bilim anlamak değil miydi? Kırlardan denizlere, denizlerden okyanuslara, okyanuslardan uzaya doğru yol alırken ve fethedilmedik yer bırakmamışken şimdi yanı başımızda duran bu insanlara neden ulaşamıyor, neden onları anlayamıyorduk? Anlayamıyorsak ve bilim anlamak değilse o zaman bilim neydi? Bilim niçin vardı? Bu yazıda inancı ile kimliğini ifade eden Êzidîler’in hakikatinde bilimin anlamı başta olmak üzere yaşamın, hakikatin, kadının anlamına doğru yol alacağız. Hakikati kadın-yaşam-doğa bağlamında tanımlayan bu insanların gerçeğinde kaybolan anlamlarımıza odaklanacağız. Hayata dair anlamlarımızı ararken yöntemlerimizin bizi coğrafyamızın hakikatine ne kadar götürdüğünü sorgulayacağız. “Hakikatin yöntem yöntemin hakikat olduğu çağımızın”  bilgi yapılanmaları ile hesaplaşacağız. Tarihi geçmişte olan bitende değil hemen yanı başımızda arayacağız.
 
Zaman o annenin gözyaşı izinde donmuştu 
 
Zamanın şimdi olduğunu anlatıyordu o anne... Ve tenindeki derin çizgiler şimdinin vicdandan ne kadar koptuğunu haykırıyordu. Sonsuz acıların içinde sınanmış bir halkın acılarını anlatıyordu gözleri. Ellerini havaya kaldırıp beddualar ettiğinde ise o acının isyanı yankılanıyordu. Yeryüzü, yeryüzü olmaktan utanıyordu adeta. Yaşanan katliamlar, sürülen umutlar, alt üst olan hayaller, çıkmaza giren yaşamlar ile dolu bir gerçekti söz konusu olan... Tüm insanlığın tanıklık ettiği son ferman ile insanlığın yüreği ve beyni arasındaki son köprüler de yıkılıyordu. Ve biz çocuklarının ihanetine uğrayan bir ananın haykırışına tanıklık ediyorduk. “Ez dayê me. Ez dizanim çi dixwazin zarokên min. Lê niha zarokên min li min didin.” Toprağının, coğrafyasının çığlığı olmuştu bu sözleri ile... Ana olan ama şimdi çocukları tarafından yakılıp yıkılan coğrafyasının çığlığı... Bu anneyi ilk defa 2014 yılının Ağustos ayında televizyonun başında Şengal katliamını izlediğimiz zamanlarda gördüm. Bembeyaz saçları gözlerinin üzerine düşmüş, bembeyaz elbiseleri toz içinde kalmıştı. Beyaz elbiselerinin taşıdığı anlam o tozun dumanın içinde asaletin nişanesi olarak duruyordu. Dudakları susuzluktan kurumuştu. Teninde gözyaşlarının izi vardı. Ellerini havaya kaldırmış, beddualar ediyordu. Zaman, orada o annenin gözyaşı izinde donmuştu adeta... Ve bizler televizyonun başında acıları izlemeye alışık insanlık olarak bir kez daha hakikatten uzaklaşmıştık. Çocukların susuzluktan ölmesine tahammül eden, dünyanın yarısının açlık sınırının altında yaşadığının farkında olan, doğayı talan eden insanlar olarak bu katliamı da sineye çekmiştik. O zaman her birimizin yaşamından bir şey eksildi işte. Düşündüğünü hissetmeyen insanlar topluluğu olduk o zaman. Bunun muhasebesini DAİŞ'in elinde olan her bir kadının dramını okuduğumuz, izlediğimiz her an yapmaya devam edeceğiz. Biz peşini bıraksak da o kadınların dramı bizim peşimizi bırakmayacak. Beyaz elbisesinin sırrını vermeyen annenin gözlerinden dökülen yaşlar yüreğimizi dağlamaya devam edecek.
 
Yöntemimiz ne olacaktı?
 
Şengal'de Êzidîlere dönük yapılan bu katliam 74. Ferman olarak kayıtlara geçti. Dünyanın gözleri önünde gerçekleşen bu katliam ile Êzidî halkının ne kadar çok fermandan geçtiğini öğrendik. Peki neden? İnancı dışında bir kimliği olmayan Êzidî halkı neden merkezi hegemonik güçlerin taşeron örgütü olan DAİŞ'in hedefindeydi? Ve neden Êzidî kadınları? Bu soru ile başlayan çelişkilerimizi çözme arayışına girdiğimizde işte o zaman farklı iki uygarlığın hafızalarının hesaplaşmasına tanık olduk. Bu bilgi çok değerliydi. Bu bilgiyi hakikatine dokunmadan olduğu gibi anlatmak ise büyük bir emek istiyordu. Bu bilgi bize bir yandan siyahlar içinde şamanların simgeleri ile donatılmış ulus devletin örgütlü gücü DAİŞ, diğer yandan bembeyaz elbiseleri ve güneş rengindeki kuşağı ile bu güce karşı binlerce yıldır direnen demokratik uygarlık damarının ana güçlerinden olan kadınları anlatıyordu. Peki, biz bu bilginin izini nasıl sürecektik? Yöntemimiz ne olacaktı? Dünya merkezi hegemon güçlerinin hedefinde olan bu inancın içinde taşıdığı hakikate nasıl ulaşacaktık? “Ez dayê me...” diyen annenin haykırışının yüreklerimize bıraktığı izden yol almak ilk adım için anlamlı bir başlangıç olabilirdi. “Ez dayê me” yani “Ben Ana'yım”... Ya da “Ez dî”, “Beni gördü”; “Ezda” “Beni veren”; “Ê zîdi” “çoğalmak, üremek, özgürlük” gibi anlamlar bir bir yüreğimize dokunuyordu. Hepsi de üretken, yaratıcı, şefkatli, direngen, bütünlüklü coğrafyamızın farklı farklı tanımlamalarını karşılamıyor mu sahi?
 
Neden Êzidî kadınlar? 
 
Bugüne kadar tarihin sadece tek bir nehirden aktığına inanıyorduk. Ona ikna edilmiştik. O nehrin akışı bizim hayatlarımıza yön verebilirdi. Bunun dışında farklı bir alternatifin olmadığı hususunda yıllarca aldığımız eğitim ve öğretimin sonucunda bir ikna olmuşluğu da yaşamıştık. Tüm bu bilmelerimizin ne kadar bizi bize yabancı kıldığının farkında değildik. Düşündüğünü hissetmeyen, bilgiye pragmatist bir şekilde yaklaşan, bilmek ile mutlu olmayı değil bilmek ile güç olmayı öğrenen bir kültürel şekillenmeydi bu. Tek yönlü bir akışın içinde ona karşıtlık ya da muhaliflik temelinde yer alan çıkışlar devrimciliğimizi besleyen temel yönlerdi. Ancak sonradan öğrendik ki bu karşı çıkışların hepsi kendi başına bir nehirdi. Kendi yatağında akan... Ve alternatif bir sistem olarak yapılanacak kadar geniş bir kültürel bütünlüğe sahip olan... Doğaya, hayata sadık bir inanç olan Êzidîlik de bu kültürel bütünlüğün bir parçası olarak görkemli bir külliyatı içinde barındırıyordu. Bu külliyat ile oluşan kültürün kodları hala çözümlenmeyi bekliyordu. Belki de o kodları çözümledikçe insanlık kendi özüyle buluşmayı başaracaktı. Êzidî kadınların devletli uygarlık güçleri tarafından hedef haline getirilmesi sıradan ve tesadüfi bir durum değildi. Buradan başladığımızda ulaştığımız sonuçlar jineolojînin epistemolojisi, metodolojisi başta olmak üzere birçok konuda bize ön açıcı olacaktı. Neden Êzidî kadınlar sorusu ile başlayan yolculuğumuz o kültürel yapılanmayı ve bilgi kodlarını tanıdıkça yerini bulmaya başlayacaktı. Ortadoğu’da kök hücre rolünü oynayan bu kültürel bütünlük, aynı zamanda devletli uygarlığa karşı en direngen damarlardan birini teşkil ediyordu. Yazıya bilgilerini emanet etmekten kaçınan sözlü kültür, qewl ve semboller ile bilgilerini günümüze taşıyan Êzidîlerin bugün dünyanın hegemon güçlerinin hedefinde olması da bu güçleri ile bağlantılıydı.
 
Fermanlar 
 
Tarihe lanetli bir inanç ve kavim olarak geçen Êzidîleri ele almak bu nedenle çok hassas bir konuydu. Çünkü var olan bilgiler üzerinden ele aldığımızda Êzidiler lanetli bir kavimdi. Hak yolundan sapanlardı. Şeytana tapanlar, Allah’a ihanet edenlerdi. Kirli pasaklı olanlardı. Onlara yaklaşmak en büyük günahtı. Evlerinde yemek yemek mubah değildi... Böylesi örnekler daha da çoğaltılabilir. Lanetli bir inanç olduğu için de onlar üzerinde her katliamı mubah sayan bir dünya politikası uygulanmakta ve bu meşru sayılmaktaydı. Ağırlıkta Güney Kürdistan’ın Seyhan ve Şengal şehirleri ile Ninova Eyaleti’ne bağlı Musul’un köylerinde, Gürcistan’ın Tiflis, Ermenistan’ın Erivan kentinin yanı sıra Rojava Kürdistanı’nın Cizîr ile Efrîn kantonlarında, Mardin’in Midyat, Savur ve Nusaybin, Urfa’nın Viranşehir, Suruç ve Ceylanpınar ilçelerinde, Amed’in Bismil ve Çınar ile Batman’ın Beşiri ve Kurtalan ilçelerinde, Kilis ve Antep’te ve göçler nedeniyle Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın birçok kentinde yaşayan Êzidiler, 75 milyon olan nüfuslarının fermanlar sonucunda şimdi dünyada 700 bin ile 800 bin arasında olduğunu belirtiyorlardı.  
 
Bilimin anlam ve hakikat ile olan bağına inanıyorlardı
 
Ortadoğu’nun en kadim inançlarından biri olan Êzidiliğe dair bilgilerimizin yanlış olduğunun bilinciyle yaklaşmak ilk adımımız oldu. İnançları üzerinden kimliklerini tanımlayan Êzidilerin yazılı kaynaklarının fazla olmaması da araştırma yöntemimizi belirledi. Bilgilerini yırtılabilir, yanabilir, bir kâğıt parçasının üzerinde tahrif edilebilir, her yerde kıymetsiz olur kaygısıyla kağıt kaleme emanet etmiyorlardı. Bilgilerini birbirine emanet ediyorlardı. Ya da kendi yetiştirdikleri, güvendikleri kimselere bilgilerini emanet ediyorlardı. Bir qewllerinde “şireta neke lı beleşan” yani “boş insanlara öğütte bulunma” diyorlardı. Bilgi onu anlayacak, uygulayacak olana emanet edilmeliydi. Bu bilgiler hayat ile birlik olan akışa hizmet etmeliydi. Bir ananın içten bir şekilde, “îlmê me li ser dilê me” deyişi bize bu değerli anlamı ifşa etmekteydi. İnançlarını bir bilim olarak ele almaktaydılar. Bu bilimin anlam ve hakikat ile olan bağına inanıyorlardı. Bir inançtan ziyade bir yaşam tarzını esas alıyorlardı. Yazmaktan ziyade dilden dile sözle, şiirle, qewl ile şarkıyla kuşaktan kuşağa aktardıkları bu bilginin değerini yaşamın her alanında kendilerine esas alıyorlardı. “Bilimin bir anlam yorumu” olduğu gerçeğinden hareketle ele aldığımızda bu anlamın Êzidilerde çok daha güçlü ve hayatın içinden yöntemlerle ele alındığını görüyorduk. Zamanın ruhuna denk bir şekilde yaşamı anlamlandıran bu halkın doğayla olan bağı anlamın derinliği konusunda bize ön açıcı oluyordu. Hayata dair bilgilerini hayatın kendisinden toplamanın önemine vurgu yapan bu insanların yaşam tarzı da doğayla birlik, toprakla dost, havayla eş bir nefes alıp verme şeklindeydi. Tarihin kronolojisine dahil olmayan hatta buna muhalif olan bir kültürün taşıyıcısıydılar. Tarihin şimdi olduğuna inanıyorlardı. Şimdi son kalıntılarını yaşadıkları bu belleğe ulaşmak ise öyle bildik yöntemlerle olacak bir şey değildi. Onlara sorularımızı sormaktan ziyade yaşamın içinde bu sorularımızın cevabını aramak onlardan öğrendiğimiz ilk bilgiydi.
 
‘Neden beyaz elbise giyiyorsunuz?’
 
Anlamı yaşamın her alanına kazıyan bir gerçekti söz konusu olan… “Neden beyaz elbise giyiyorsunuz” sorusuna gülerek karşılık veren Dayê Mercan'ın, “Çünkü seviyoruz” şeklinde verdiği karşılık böylesi soruları anlamsız kılıyordu. Yaptıkları her şeyi, sevdikleri için yapıyorlardı. Sevmedikleri bir şeyi yapmazlardı. Sevgi ile bağı çoktan kopan yaşam onların dışında akıyordu. Onlar yaşama sevgilerini katmayı ve sevgi ile anlamları korumaya çoktan baş koymuşlardı. Şimdi “sevdiğimiz için giyiyoruz” derken dahi bir anlamı, bir kültürü koruyorlardı. Peki, bu korumaya aldıkları anlam neydi? İnançlarını bir bilim olarak tanımlamaları derin bir bellek ve kavrayışı gerektiriyordu. Yüreklerinin üstünde korudukları bu bilimin anlamını anlamak önemliydi. Bu konuda tüm bilmelerimiz alt üst oluyordu. “Bilim güçtür”, “bilim iktidardır”, “bilim mutlak hakikattir” şeklinde kesinliği ispatlanmış mutlak bazı belirlemelerin bakış açısı olan pozitivizmin kaleleri bir bir yıkılıyordu. “Bilim anlamdır”, “Anlam hakikattir”, “Hakikat özgürlüktür” sözleri bir şiir tınısında yaşamlarına dokunduğumuz bütün Êzidiler’in dilinden süzülüyordu. Ve onlar bu hayatta her şeyin bir anlamı olduğuna, bu anlamı keşfetmenin temel yönteminin sevgi olduğuna yürekten inanıyorlardı. Bu anlamın bilimin kaynağı, hakikatin potansiyeli olduğu konusunda çok nettiler.
 
Her iç çekişlerinde biz daha çok susuyorduk
 
Anlam ve hakikat ile bağı kopmuş olan bilimin gerçek anlamını fısıldıyorlardı. Lanetlendikleri için bir parça ekmeğini yemeyen insanların artık önyargısız yemeklerini yemesine, yemekten önce tıpkı onlar gibi ellerini sabun ile yıkayıp havlu ile kurulamalarını büyük bir mutluluk ile seyrediyorlardı. Adeta, “Bakın bu bizim kültürümüz. Biz kirli değiliz” diyorlardı. Seni seyrederken gözlerindeki ışıltı ile yüreğine dokunuyorlardı. Bu insanlar bir parça ekmeğini paylaşmak için dünyanın gözü önünde katledilmelerinin beklenmesine öfke duymuyorlardı. “Bizim inandığımız hakikatin anlaşılması için böylesi büyük bir bedel vermek, katledilmek gerekli miydi bilmiyoruz” ama “her şerrin vardır bir hayrı” diyerek o yaşadıkları ve henüz bitmeyen katliamları derin bir iç çekişle anıyorlardı. Her iç çekişlerinde biz daha çok susuyorduk.
 
Not: Yazının Devamı haftaya “Lulu...” başlığıyla yayınlanacaktır. 
 
“Bu yazı Jineolojî Dergisinin ‘Ortadoğu Krizine Çöüzm arayışları’ dosya konulu 5. sayısından kısaltılarak alınmıştır. Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü, 2. Kitap”