Sistemi reddetmek bir başlangıçtır

  • 09:05 24 Mart 2023
  • Jıneolojî Tartışmaları
 
 
“Çözümlemek, bir başka deyişle analiz etmek ve yoğunlaşmak temel yöntemindi. ‘Çözümlenen birey değil toplum, an değil tarih’ felsefesini esas alıyordun. O zaman yavaş yavaş hiçleştirme psikolojisinden sıyrılıyor, bireyin değil anlayışların mahkûm edildiğinin idrakine varıyordun.”
 
Nagihan Akarsel
 
Yola çıktığımızda bütün bunların bilincinde miydik sahiden de? Geride bıraktığımız hayata bir daha hiç dönmeyeceğimize dair yeminler ederken, içten içe bunu hissederken burada pusulamız olan hakikat neydi? Özgür bir yaşam diyorduk ama bu yaşamın ne büyük bedellerle yaratıldığının farkında mıydık? Sistemden köklü bir kopuşu sağladığımıza inanıyorduk. Geriye bakmadan özgürlük ile aynı anlamda karşıladığımız dağlara doğru ilerliyorduk. Mücadeleye katılmak özgürlük demek bizim için. Tılsımı kendi içinde saklı, belleğimize kayıtlı bir özgürlük diyarıydı. Ancak Sokrates’in "Nereye gidersen git kendini de beraberinde götürüyorsun" sözü işte tam da o zaman karşına çıkıyordu. Sihirli bir değnek seni bir zamandan başka bir zamana ışınlamıyordu hakikaten. Her şey çok zordu. Beraberinde taşıdığın onca anlayışla tek tek yüzleştikçe nefret ediyordun kendinden. Önce bir kendini hiçleştirme psikolojisi hâkim oluyordu her yanına. Bir özgüven sorunu, bir öz irade sorunu yaşıyordun. Kapitalist modernitenin yarattığı özgür birey gerçekliği ile ilk karşılaşma ve çarpışmaların başlıyordu. Bu çarpışmaları sağlıklı bir şekilde atlatabilmen için kendini, aileni, okul, arkadaşlar, içinden geldiğin süreci sorgulamaya başlıyordun. Bir kişilik çözümlemesine girişiyordun. Çözümlemek, bir başka deyişle analiz etmek ve yoğunlaşmak temel yöntemindi. "Çözümlenen birey değil toplum, an değil tarih" felsefesini esas alıyordun. O zaman yavaş yavaş hiçleştirme psikolojisinden sıyrılıyor, bireyin değil anlayışların mahkûm edildiğinin idrakine varıyordun. O anlayışlar sana ait değildi. Sistemin sende yarattığı tahribatlardı. Bir enkaza dönüşmemek için öncelikle onlara karşı mücadele etmen gerekiyordu. Bu da öyle kısa bir zaman diliminde hemen aşılan bir durum değildi. Yeniyi yaratma arayışı olan bireyler için bu sürekli bir mücadeleydi. 
 
Yeni bir örgütlenme arayışı içine girildi
 
Sistemden kopuşu gerçekleştirmek kendi başına yetmiyordu. Sistemin dışına çıkmak önemli bir adımdı ama sadece bir başlangıçtı. Bununla beraber başka bir gerçek vardı. Kendini gerçekleştirme sürecimiz farklı işliyordu. Ataerkil sistemin dışına çıkmıştık ama onun karşısında nasıl duracağımızı henüz bilmiyorduk. O sistemin temsilini yapan anlayışlar çok fazlaydı. Geleneksel kadın rolünü dayatan anlayışlar, kadını güç görmeyen yaklaşımlar, geri cephede kadını tutmaya çalışmalar, modern olmayı kendine göre ilericilik ya da ajanlık olarak ele alan tutumlar ve benzeri onlarca anlayış vardı. Küçük burjuva özgürlük anlayışı, feodal köylü kurnazlığı, erkek karikatürü ya da kaba retçi erkek yaklaşımı gibi ayrı ele alınması ve yazılması gereken çok sayıda anlayış çözümleniyordu. Sahiden de çözümlenen birey değil toplumdu. Erkeğin gölgesi peşimizi bırakmıyordu. İşte o zaman yeni bir örgütlenme arayışına girildi. Özgürlük, irade, cins bilinci, cins kimliği, cins mücadelesi, güç, bilgi, ahlak, erkek, kadın nedir yeniden tanımlanması gerekiyordu. Tüm bunlar zorlu savaş koşullarında amansız bir direniş içinde gerçekleşti, gerçekleşiyor. Kürdistan kadın özgürlük deneyimine yaklaşırken bu vurguyu üstbilgi olarak sürekli aklımızda tutmak önemli. Çünkü, sistemin dışına çıkmak ve direnmek temel diyalektiği yine bu sistem içinde sisteme karşı direnmenin de köküdür. 
 
Kopuş süreci kendi bilmelerimizi oluşturma süreciydi
 
Öz savunma anlayışıyla yaşamsallaştırılan özgün mekânlarda kendi sistemini yaratma arayışı sadece düşmana karşı bir öz savunma değil sistemin bütün geriliklerine karşı örgütlülüğünle karşı durma arayışıydı. Bu dönemde yavaş yavaş gelişmeye başlayan kopuş teorisi, kendi bilmelerimizi oluşturma süreciydi. Bilmek güçlenmekti. Kendimizi her bakımdan donanımlı kılmak için erkek egemen sistemin mekânından, zihniyetinden, duygu ve düşüncelerinden kopuşu sağlıyorduk.  Başlangıç olarak fiziki kopuşu esas aldık. Çünkü yaşamlarımıza sinmiş erkeğe göre olma halini aşmak ve "xwebunu" başarmak istiyorduk. Kadın hakikatine yabancılaşmıştık. Özgürlük saflarında yerini alan bir erkeğe yoldaşımız da olsa, temsil ettiği anlayışlar itibariyle sistemi temsil ettiğinin bilincine varmak içinde bu kopuş gerekliydi. Bacı, kardaş, sevgili, kız kardeş, ana değildik. Dünyanın dört bir yanından Laz, Çerkez, Kürt, Türk, Alman, Ermeni birçok kadın aynı çatı altında bir arada mücadele ediyorduk, ediyoruz. Türkiye'nin ilk kadın genel yayın yönetmeni Gurbettelli Ersöz; akademisyen ve bir anne olan Meryem Çolak; aşiret kızı Çiçek Kıçi; ev hanımı Bêrîvan, üniversite öğrencisi ve benzeri farklı yaşam deneyimleri olan kadınlar olarak hep birlikte "jin nedir" sorusunun cevabını arıyorduk. Statülerimiz önemli değildi. Bu sadece bir görev paylaşımıydı. 
 
Bütün kirlerinden arınmayı esas alıyorduk
 
İktidar olgusu öne çıktığında ise sistemimizin diyalektiği karşımıza çıkıyordu. Toplantı ve eğitimlerde esas aldığımız eleştiri-özeleştiri ve çözümleme yöntemi ile buna karşı mücadele ediyorduk. Demokratik uygarlık hakikatinin bir parçası olan ekolojist, feminist, marksist, anarşist ve benzeri hareketler gibi sadece eleştirmiyorduk. Özeleştirimizi de veriyorduk. Tek başına eleştirmek muhalefet olmaktır sadece. Bu da sistem içinde çözüm aradığın anlamına gelir. Eleştiri ile birlikte özeleştirini vermek ve bunun pratiğini sergilemek ise alternatif olma iddianı ortaya koyuyordu. Çözümleme ile içinden geldiğimiz kapitalist modernite sistemini deşifre etmeyi ve bütün kirlerinden arınmayı esas alıyorduk. Eğitimlerde bilgilerimizi paylaşıyor, eleştiri ve özeleştirilerimizi vererek de geriliklerimizi geride bırakma sözü veriyorduk. 
 
Kadın kurtuluş ideolojisi ile ilkelerimizi oluşturuyorduk
 
Özgün örgütlenmemizi oluşturma sürecinden sonra kurumsallaşma yönünde adımlar atacak kadar belli bir irade ve güce ulaşmıştık. Dünyada bir ilke imza atıyorduk. Kadın Kurtuluş İdeolojisi ve beş temel ilkesi ile nasıl özgürleşeceğimize cevap olacaktık. Bu aynı zamanda Abdullah Öcalan'ın bir yöntemiydi. Her saldırıya ilkesel ve sistemsel bir çıkışla cevap verme arayışının bir sonucuydu. Bu da ayrıca ele alınması gereken bir konu. 
 
Burada iki temel soru çıkıyor karşımıza. Birincisi koskocaman bir kadın hareketiydik ama önderimiz bir erkekti. Bu konunun birçok bireyin, hatta kesimin kafasında soru işareti olduğunu biliyorum. Doğrusunu isterseniz burada esas sorgulanması gereken önderimizin neden bir erkek olup olmadığı değil. Esas sorgulamamız gereken kendimiziz. İkincisi ise bize sürekli gelen birey olamama eleştirisidir. Feminist hareketlerin içindeki kadınlar kadar kendi arzu ve isteklerine göre davranamayan, aslında farklı hayalleri olan, yaşadığı ya da yaptığı şeyleri mecburiyetten dolayı yapan bir kesimmişiz gibi bir algıdır. Evet, modernizme ya da kemalizme göre ele aldığımızda biz özgür değildik. Giyimimizle, konuşmamızla, duruşumuzla, cinselliğe yaklaşımımızla onlara göre geriydik. Örgütlenme modelimiz de daha önce Türkiye sol hareketleri başta olmak üzere birçok hareketin modellerinden farklıydı. Ölçülerimiz çok netti. Modernitenin kalıplarına bir türlü uyum sağlayamamıştık. İyi ki olamamışız. Uzun bir dönem bunun büyük bir eksiklik olduğu konusunda en azından kendi adıma çelişkiler de yaşadım diyebilirim. Ama gün geçtikçe, Sakine Cansız arkadaş gibi yaşamıyla sadeliğin ve özgürlüğün ölçülerini temsil eden önderlerimiz, eylemiyle manifesto yazan Zeynep Kınacı arkadaşın "Anlamlı bir yaşamın sahibi olmak için bu eylemi gerçekleştiriyorum" deyişindeki derinlik, kendini gerçekleştirmenin ve özgürlüğün ne kadar zor olduğunu bize anlatıyordu. Küçük burjuva özgürlük anlayışına tenezzül etmemeyi öğrenecektik. Alternatif birey ancak böyle yaratılabilirdi. 
 
Amacımız radikal bir toplumsal devrimdir
 
Kadın Kurtuluş İdeolojimizin beş temel ilkesi yurtseverlik, özgür irade-özgür düşünce yani kendi öz iradesiyle karar alma gücü, örgütlülük, mücadelecilik ve son olarak estetik-güzellik ilkesini yaşamın, savaşın, mücadelenin her adımında sıkı sıkıya gözetmektir. Bu ilkelerin birbiriyle nasıl bir bütünlük içinde olduğunu son zamanlarda karşımıza çıkan göç olgusu üzerinden örneklendirelim mesela. Kendi köklerinden kaçışın ayyuka çıktığı bu yüzyılda özellikle de bulunduğumuz coğrafyada kadınlar güçlü yurtsever duygulara sahip olsalardı bu kaçış gerçekleşir miydi acaba? Topraklarından bu kadar rahat kaçar mıydı? Mücadele gücünü göstermezler miydi? Bunun için örgütlenme ihtiyacı duymazlar mıydı? Özgür düşünce ve özgür iradenin bununla bağlantılı geliştiğini daha çok idrak etmez miydi? Böyle yaklaşan kadınlar, sanatın yaşamın ta kendisi olduğunun bilinciyle yaşamı yeniden kurmazlar mıydı? Bu sorular daha da çoğaltılabilir elbette. Kadının yitirdiği duyguların toplumun yitirdiği duygular olduğu gerçeği karşımıza çıkıyor burada. Onun için bizim ideolojimiz radikal olmalıydı. Çünkü amacımız radikal bir toplumsal devrimdir. Sakine Cansız’da olan netliği anlamaya ihtiyacımız vardı. Bu nedenle ataerkil sistemden köklü bir kopuşun, sonsuz bir boşanmanın gereğini hemen hissettik ve onun yöntemlerini yaratma arayışına girdik. Mücadelemizi özgür demokratik-ekolojik ve kadının özgürleştirilmesine dayalı bir toplumsal perspektife oturttuk. Tüm bunların Ortadoğu kadın bilgeliği, feminist hareketlerin çabaları ve dünya kadın mücadele deneyimleri ile buluşturulmasını esas aldık. Jineolojî ile tarihte ve dünyada kadın özgürlük deneyimlerinin bilimsel bir şekilde ele alınması da önemli bir hakikattir. 
 
Sonsuz Boşanma
 
Kurumsallaşma ve konfederasyon tarzı ile toplumsallığın, örgütlenmelerimizin temel bilgi yapılanmaları bu kopuş teorisini pratikleştirme deneyimimiz ile gerçekleşmiştir. Kadın eksenli bir yaşamın nasıl yaratılacağını anlamak için bir gereklilik olarak gerçekleştirilen fiziki kopuş beraberinde ruhsal ve düşünsel kopuşun nasıl gerçekleştirileceğinin yöntemlerini bize sunmuştur. Bu aynı zamanda Abdullah Öcalan'ın sonsuz boşanma olarak ifade ettiği gerçeğe doğru da ilerlememizin zeminini oluşturmuştur. Bu boşanma verili olan sistemden ve onun yarattığı erkeklerden boşanmayı ifade ediyordu. Yani verili sisteme bağımlılıklarımızın hepsini ortadan kaldırmak anlamına geliyor. Bu sonsuz boşanmanın bir tarafı kadınken diğer tarafı ise erkeklerdi. Ancak erkeklerin kendilerini sorgulama düzeyi çok zayıftı. Verili olan üzerinden bildikleri yöntemlerle yaşamaya, mücadeleye girişiyorlardı. Kendilerini sorgulama ihtiyacını hissetmiyorlardı. Bu konuda Abdullah Öcalan kadınlara nasıl YAJK'ı (Yekîtiya Azadiya Jinên Kurdistan) önerdiyse erkeklere de YAZK'ı (Yekitiya Azadiya Zilamê Kurdistan) öneriyordu. Ancak erkekler bu öneriye cevap vermemişlerdi. 1997'de bununla paralel olarak "Erkeği Öldürmek" kavramı literatürümüze girmişti. Abdullah Öcalan, bu kavram ile var olan erkekliğin kabul edilemeyeceğini ve sorgulanarak aşılması gerektiğini net olarak ifade ediyordu. Bunu aynı zamanda bir görev olarak kadınların önüne "Erkeği Dönüştürme Projesi" olarak sundu. Bunun yöntemi ise cins mücadelesi oldu. Erkeğin oluş süreci de başlı başına incelenmeyi gerektiren bir durumdur. Katı feodal bir toplumun temel özelliklerini taşıyan erkeğin mücadele içinde nasıl bir dönüşüm yaşadığı önemlidir. Kopuş, erkeği de çok zorlayan bir realiteye sahip olmuştur. Erkek, kadınla nasıl yaşayacağının arayışına girmiştir.
 
Not: Yazının devamı, “Sosyolojinin Özü Olarak Kadın” başlığıyla haftaya yayınlanacaktır. 
 
Bu yazı, Jineolojî Dergisinin “Kadın Gerçeğine Dayalı Yöntem ve Hakikat” dosya konulu 2. Sayısından kısaltılarak alınmıştır.