Çernobil ders olmadı, dünya nükleer çöplüğe dönüyor

  • 10:49 26 Nisan 2023
  • Ekoloji
 
Melike Aydın 
 
HABER MERKEZİ - Çernobil faciasının 37’nci yıl dönümünde dünya daha da kötüye gidiyor. Nükleer silahlarla dünya barışı tehlikeye atılırken, nükleer enerji santralleriyle canlılık tehdit altında. Türkiye ise hem nükleer santral açmaya çalışıyor hem de dünyanın nükleer çöplüğü haline geliyor.
 
Dünya üzerinde insan eliyle gerçekleştirilen ekolojik yıkımın sonuçları her geçen gün geri dönülemez facialara neden oluyor. Etkileri uzun yıllar süren yıkıma neden olan facialardan biri de 26 Nisan 1986’da Ukrayna’da yaşanan Çernobil Nükleer Faciası. Genetik deformasyonu, nesilden nesile aktarılacağı bilinmesine rağmen, nükleer santral inşaatları yapılmaya devam ediyor. 
 
Yeni bir santral planı 
 
Çernobil patlaması, Ukrayna, Belarus ve Rusya’da yaşayan 336 bin insanın tahliyesine, 56 kişinin ölümüne, 4 bin kişinin doğrudan kansere yakalanmasına ve 600 bin kişinin sağlığının ciddi şekilde etkilenmesine sebep oldu. Patlamadan sonra radyoaktif parçacıklar, bin 100 kilometre uzaktaki İsveç’e kadar ulaştı. Bütün tehlikelerin bilinmesine rağmen başta Çin, ABD, Japonya, Kuzey ve Güney Kore, İngiltere, Fransa, İran olmak üzere 2022 yılı itibariyle 32 ülkede 441 nükleer reaktör işletiliyor. 17 ülkede ise 53 adet nükleer reaktör inşa halinde. Türkiye’de yaşam savunucularının itirazına rağmen Akkuyu’da Rusya ortaklığı ile yeni bir santral kurulması planlanıyor. 
 
Taktik nükleer silah kullanımı
 
Dünya elektrik ihtiyacının sadece yüzde 10’unu karşılayan nükleer santrallerin diğer tehlikesi ise buralarda nükleer silah üretilme potansiyelinin olması. Aslında Birinci Dünya Savaşı sonrasında silahlanma yarışı ile başlayan süreçte keşfedilen nükleer, ilkin Hiroşima ve Nagazaki’de bir yok etme aracı olarak kullanıldı. Özellikle Rusya, Kuzey Kore ve İran’ın şantaj aracı olarak kullandığı nükleer silahların, Zap ve Avaşin’de Türkiye eliyle ‘taktik nükleer silah’ olarak kullanıldığı savunuluyor. Ekoloji örgütlerinin verilerine göre ise 2019’da, 13 bin 865 nükleer silahın yüzde 90’ı Rusya ve ABD’nin elinde. 
 
Çernobil’in yıl dönümünde hem nükleer silahlanmanın tarihçesi hem de Türkiye’nin nükleer enerji konusundaki tutumuna dikkat çekelim. 
 
Nükleer silah yarışı başladı
 
Almanya'da, 1938’de fizikçiler Otto Hahn ve Fritz Strassmann’ın füzyonu keşfetmesinin ardından bir nükleer zincirleme reaksiyonun mümkün olduğu ve bu süreçten üretilen enerjinin olağandışı güçte bir silah üretmek için kullanılabileceği anlamına geliyordu. Ertesi yıl Sovyet fizikçileri de aynı deneyi dönemin SSCB’si de yapmayı denedi. Ancak Nazi Almanyası’nın 1941’de Sovyetler Birliği’ni işgal etmesi nedeniyle çalışmaları büyük oranda durdu. SSCB, keşfedilen nükleer enerjinin Almanya’ya karşı savaşta kullanılabilecek bir uranyum bombası olasılığı ile çalışmalar devam ederken, ABD’nin ve Almanya’nın da atom bombası yapma çalışmalarını başlattıklarını öğrendi. Hemen ardından ise 1943’de SSCB, kendi programını başlattı. 
 
SSCB de hidrojen bombası programı başlattı
 
Sovyetler, hem atom silahları hem de nükleer reaktörler üretmek için saf uranyum ve grafit üretmenin yollarını keşfetmeye başladı. 6 Ağustos 1945’da Hiroşima ve Nagazaki’nin bombalanmasının ardından SSCB Komünist Partisi Genel Sekreteri Josef Stalin, atomik araştırma ve geliştirme programı çağrısında bulundu. Arzamas-16 olarak bilinen gizli Sovyet nükleer silah tesisi kuruldu. Sovyetler, ilk üretim reaktörleri 1948 sonbaharında çalıştırmayı başardı, kendi atom bombasını üretti. Soğuk savaş yoğunlaştıkça, hem SSCB hem de ABD, kendi nükleer cephaneliklerini hızla geliştirme ve büyütme çabalarına girişti. ABD’nin 1950’lerin başında hidrojen bombası programını başlatmasından kısa bir süre sonra, SSCB de aynı şeyi yaptı ve kendi hidrojen bombası programını başlattı.
 
Soğuk savaş başladı
 
Yaklaşık 60 milyon insanın katledildiği 2.Dünya Savaşı sonrasında ABD ve SSCB eksenli soğuk savaş başladı. ABD’nin 1947’de Marshall Planı ve Truman Doktrini ile SSCB’nin Avrupa’daki etkisini engellemek için Batı Avrupa’da ekonomik kalkınma planları geliştirirken, buna karşılık SSCB, 25 Ocak 1949’da Fransa ve İtalya Komünist partilerini de içine alan Kominform’u, COMECON (Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi) kurdu. Bu kutuplaşmanın sonucu olarak da ABD öncülüğünde 4 Nisan 1949’da Kuzey Atlantik Paktı (NATO) kuruldu. Bu kutuplaşma, Nazi Almanyası yenilse de savaşın devam ettiği anlamına geliyordu. 
 
Canlılığa verdikleri zararı umursamadılar
 
İki ülkede de nükleer silahların sayısı ve niteliği için devasa bütçeler harcarken, ABD ilk hidrojen bombasını, 1 Kasım 1952’de Büyük Okyanus’taki Enewetak Mercan Adaları’nda patlattı. Bomba, 160 km genişliğinde ve 40 km yükseklinde bir mantar bulutu oluşturarak, civar adalardaki tüm canlıları katletti. 1953’te ise SSCB bir adet konuşlandırılabilir termonükleer mekanizmayı patlattı. Gerçek bir hidrojen bombası değildi, ancak uçaktan atılabilecek kadar küçük olduğu için kullanıma hazırdı. Bu iki Sovyet bombası, büyük ölçüde Rus casusları Harry Gold ve Klaus Fuchs’un katkılarıyla geliştirebilmişti. 
 
İlk nükleer facia Kiştim’de yaşandı
 
İlk büyük nükleer facia Çernobil olarak bilinse de aslında 1957 yılının Eylül ayında, Ural Dağları’ndaki Kiştim yakınlarında gizli tutulan Mayak nükleer yakıt tesisinde yaşanan patlamaydı. SSCB, patlamayı 20 yıl boyunca sakladı. Patlamayla dev bir radyoaktif bulut yüzlerce kilometre uzağa yayıldı. Tarihe, Kiştim faciası olarak geçen kazada ilk anda 200’ü aşkın insan hayatını kaybetti, 250 bine yakın insanı etkiledi. Patlama sonrası bazı bölgeler tahliye edildi. 
 
Nükleer silah yarışı artarak devam etti
 
ABD, 1 Mart 1954’te, Bikini Atolü’nde Castle Bravo’da başka bir hidrojen bombası ile 14,8 megatonluk patlamayla en güçlü nükleer silahını denemiş oldu. Patlamanın nükleer serpintisi bir kişinin hayatını kaybetmesine neden olurken, 480 kilometre uzaktaki canlıları dahi önemli oranda radyasyona maruz bıraktı. 22 Kasım 1955'te ise SSCB, 1,6 megaton gücündeki ilk "gerçek" hidrojen bombasını patlattı, 30 Ekim 1961'de ise 58 megaton gücündeki ‘Çar Bombası’ adlı hidrojen bombasını patlattı.
 
Silahların çeşidi çoğaldı, etki alanı genişledi
 
1950'lerde orta ve uzun menzilli balistik füzeler, taktiksel nükleer silahlar, kıtalararası balistik füzeler ortaya çıktı. 4 Ekim 1957'de SSCB, Sputnik 1'i dünyanın yörüngesine yerleştirerek füzelerinin dünyanın her yerine erişebileceğini kanıtladı, ABD ise ilk uydusu Explorer 1'i 31 Ocak 1958'de uzaya gönderdi.
 
Nükleer savaşın eşiğinden dönüldü
 
1960'ların ortasında gelindiğinde taşıdığı büyük risk bilinmesine rağmen üretilen silahlar kullanılmasa da birbirlerinden veya Çin gibi başka büyük güçlerden taviz istemek için kullanıldı. Ancak “Karşılıklı kesim yıkım” olarak adlandırdığı bu olası felaketin ucuna SSCB’nin ABD ambargosu altındaki Küba’ya balistik füze yerleştirmesiyle gelindi. ABD’nin durumu fark etmesi ile 14 Ekim 1962'de nükleer savaşın kıyısına gelindi. Kriz SSCB’nin Küba’dan ABD’nin de Türkiye’deki gizli silahlarını çekmesi ile sonuçlandı. Ancak görünürde kazanan ABD olmuştu.
 
Savaş uzaya taşındı
 
ABD ve SSCB arasında 1970’lerde ‘Yumuşama Dönemi’ başladı, iki devlet arasında artık ticari ilişkiler başlamıştı. Daha etkin teknolojiler araştırılsa da zamanla savaş başlıklarının sayısı azaltıldı. 1972'de ABD ve SSCB arasında Anti-Balistik Füze Antlaşması imzalandı. Ancak silahlanma bitmedi, daha fazla savaş başlığı taşıyan, daha isabetli silahlar üretimiyle devam etti. ABD 1982 yılında Ulusal Uzay Programı’nı, 1983'te ‘Yıldız Savaşları’ olarak bilinen ‘Stratejik Savunma Girişimi’ni (Strategic Defense Initiative) başlattı. Uzayda kurularak Sovyet balistik füzelerini havada etkisiz hale getirmeyi amaçlayan bu sistemle ABD silahlanma yarışını uzaya taşımış oldu. Bu girişim, Anti-Balistik Füzeler anlaşmasına aykırı olması nedeniyle tepkiyle karşılandı.
 
Çernobil faciası ve SSCB’nin dağılışı
 
Silahlanma yarışında geriden gelen SSCB savaşa ayırdığı bütçeyi artırdıkça ekonomik bunalıma da giriyordu. 26 Nisan 1986’de Çernobil faciası böyle bir süreçte gerçekleşti. Çünkü operatörlerin güvenlik mevzuatına aykırı olarak santralde deney yapılmış, reaktörde artan ani güç ve basınç karşısında reaktörlerde patlama yaşanmıştı. 8 Aralık 1987'de ise bütün bir nükleer silah sınıfını ortadan kaldıran SSCB ve ABD Intermediate Nuclear Forces (INF) antlaşmasını imzaladı. 4 yıl sonra 16 Aralık 1991'de tüm Sovyet devletleri bağımsızlığını ilan etti ve 25 Aralık'ta Sovyetler Birliği dağıldı.
 
Silahlanma yarışı Rusya ile devam etti
 
ABD başkanı George W. Bush, 13 Aralık 2001'de Anti-Balistik Füze Antlaşması'ndan çekildi ve Amerikan Füze Savunması Dairesi’ni kurdu. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ise buna nükleer kapasitesini arttırma ile cevap verdi. 8 Nisan 2010'da Amerikan Başkanı Barack Obama ve Rusya Başkanı Dmitry Medvedev stratejik nükleer füzelerin ve yerleşik savaş başlıklarının sayısını yüzde 50 azaltan bir antlaşma imzaladı. 22 Aralık 2016'da ABD Başkanı Donald Trump ise ülkesinin nükleer kapasitesini artırmaya dönük söylemlerde bulunmuş, bu da silahlanma yarışını tetiklemiş ve meşrulaştırmıştı.
 
Nükleer silahsızlanma antlaşmaları imzalanmıyor
 
Nükleer silahsızlanmayla ilgili 1968’de Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT) ile nükleer silahlanma özendirilmesi yasak. Antlaşmaya Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore dahil olmaz. 1996’de imzaya açılan Kapsamlı Nükleer Deneme Yasağı Antlaşması (CTBT) ise yeraltındaki denemeler dışında sivil ve askeri amaçlı tüm nükleer denemeleri yasaklıyor. Ancak bu antlaşmayı 8 devlet (ABD, Çin, İsrail, İran, Kuzey Kore, Mısır, Hindistan ve Pakistan) imzalamadığı için yürürlüğe girmedi. Bu anlaşmaların dışında pek çok bölgesel antlaşma da mevcut. Ancak tek bir ülkenin bile nükleer silaha sahip olması hem felakete zemin hazırlamak demek hem de diğer ülkeleri silahlanma yarışına davet etmek anlamına geliyor.
 
Tehlikesi bilinmesine rağmen teşvik ediliyor 
 
Dünyada 441 nükleer reaktör işletiliyor ve 53 reaktörün de işletilmesine devam ediliyor. Bir yandan nükleer silah üretilmesi için potansiyel anlamına gelen bu santraller diğer yandan piyasa ekonomileri açısından düşük maliyetli elektrik üretimi anlamına geliyor. Yine düşük maliyetli fosil yakıtlarla iklim krizi tetiklenirken nükleer santraller ile de canlı yaşamı riske atılıyor. Ancak doğal enerji kaynaklarının geliştirilmesine bütçe ayrılmazken yoğun elektrik tüketimini zorunlu hale getiren kapitalist yaşam tarzı ise sürekli yenilenen ürünlerle destekleniyor. Üstelik bu enerji üretim şekillerinin zararları tecrübe edilmesine rağmen teşvik ediliyor. Bu faciaları şu şekilde sıralayabiliriz; 1957’de İskoçya'da Windscale  faciası, 1979’da ABD'de Three Mile Island  faciası, 1986’da Ukrayna'da Çernobil faciası, 2011’de Japonya'da Fukuşima I Nükleer Santrali faciaları. Bu facialarda yüzlerce insan hayatını kaybederken genetik bozulmalara neden olan nükleer serpintinin bıraktığı etki ise yüzlerce yıl devam ediyor, rüzgarlarla farklı coğrafyalara taşınabiliyor.
 
Sinop’ta nükleer santral girişimi
 
Öte yandan 12 Mayıs 2010'da Rusya ile Türkiye arasında Mersin’de VVER-1200 reaktörlü dört güç ünitesine sahip, toplam 4 bin 800 MW kurulu güç kapasiteli Akkuyu Nükleer Güç Santrali'nin inşa edilmesini öngören İşbirliği Antlaşması imzalandı. 3 Mayıs 2013 tarihinde ise Japonya Sinop’ta bir nükleer santral kurulması için Türkiye ile görüştü. Antlaşmaya göre santralin 2017 yılında inşasına başlanması kararlaştırıldı. Türkiye'den kamu adına Elektrik Üretim Anonim Şirketi (EÜAŞ) yüzde 49, iki Japon şirketi toplam yüzde 30 ve Fransız ortak yüzde 21 hisse sahibi olacaktı. Projeye 1990'lı yılların ortasında başlanmıştı. Japonya'nın üstlenmesi planlanan santral için görüşülen Japonyalı şirketlerden önce Itochu ve yüklenici firma Mitsubishi Heavy Industries finansman artışı gerekçesiyle projeden çekildi.
 
Rusya ile Akkuyu Nükleer Santrali için anlaşma 
 
Fizibilite çalışması 1970’lerde başlayan Akkuyu Nükleer Santrali için ise 12 Mayıs 2010'da Rusya ile VVER-1200 reaktörlü dört güç ünitesine sahip, toplam 4 bin 800 MW kurulu güç kapasiteli Akkuyu Nükleer Güç Santrali'nin inşa edilmesini öngören İşbirliği Anlaşması imzalandı. Yaşam savunucuları ise Türkiye’nin elektrik ihtiyacının zaten karşılandığını, santralin özellikle soğutulmasında kullanılan devasa miktarda suyun temiz su kaynaklarını kirleteceğini, atılan sıcak suyun deniz canlılarını katledeceğini belirtiyor. Yaşam savunucuları daha da korkuncunun ise deprem bölgesi olan Türkiye’de olası bir facianın önüne geçilemeyeceğini konusunda uyarıyor. 
 
‘Türkiye nükleer çöplüğe dönüyor’
 
Konuya ilişkin başka bir sorun ise nükleer atıkların depolanmasına ilişkin. Türkiye’de hali hazırda nükleer atık olduğu anlaşılan İzmir’in Gaziemir ilçesinde yaşam alanlarının içinde eski Kurşun Fabrikası’nda 260 tonluk nükleer atık olduğu tespit edilirken bu atıkların nereden geldiği konusunda hala sis perdesi duruyor. Ancak bir yandan bunlar yaşanırken yaşam savunucularının tüm uyarılarına rağmen 6 Ekim 2021’de 7336 ve 7337 sayılı kanunlar radyoaktif atık ve kullanılmış yakıtla ilgili düzenleme Meclis’ten geçti. Düzenlemeye göre radyoaktif malzemelerin atıklarının Türkiye’ye girip çıkmasına, alınıp satılmasına, transit olarak geçişine izin veriliyor, nükleer atıkların yeniden kaynak olarak kullanılmasına, başka ülkelerin nükleer atıklarının da kabul edilmesine olanak sağlıyor.